Osmanlı Tarihi | Osmanlı Ne Zaman Kuruldu | Osmanlı Devletinin Özeti

                                                Osmanlı Devletinin Özeti
Osmanlı Devleti ya da Osmanlı İmparatorluğu 1299-1923 yılları arasında varlığını sürdürmüş Türk-İslam devleti. Doğu Avrupa, Güneybatı Asya ve Kuzey Afrika’ya kadar topraklarını genişletmiş ve 16. yüzyılda dünyanın en güçlü imparatorluğu halini almıştır. Tarihçi Halil İnalcık, 27 Temmuz 1302 Koyunhisar Savaşı (veya Bafeus Savaşı)’nı devletin kuruluş tarihi kabul etmektedir. Arnold Joseph Toynbee gibi bazı tarihçiler Türkiye’nin tek ardıl devlet sayılması gerektiğini savunurlar..

Devletin kurucusu ve Osmanlı Hanedanının atası olan Osman Gazi, Oğuzların Bozok kolunun Kayı boyundandır. Devlet, Bilecik ilinin Söğüt ilçesinde kurulmuştur. Osmanlı Devleti’nin bağımsız bir devlet olarak tarih sahnesine çıkması yaygın kabule göre 1289 yılında olmuştur. Ancak Prof. Dr. Halil İnalcık, Osmanlı Devleti’nin 1299′da Söğüt’te değil 1302′de Yalova’da Bizans’a karşı yaptığı Bafeus Savaşı sonrasında devlet niteliğini kazandığını iddia etmiştir ve bazı diğer akademisyenler de bu iddiayı desteklemişlerdir. İstanbul ile sınırlı bir şehir devletine dönüşmüş olan Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu’nu yıkmış, bazı tarihçilere göre bu Yeni Çağ’ı başlatan olay olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu gücünün doruğunda olduğu 16. ve 17. yüzyıllarda üç kıtaya yayılmış ve Güneydoğu Avrupa, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın büyük bölümünü egemenliği altında tutmuştur. Ülkenin sınırları batıda Cebelitarık Boğazı (ve 1553′te Fas kıyıları’na, doğuda Hazar Denizi ve Basra Körfezi’ne, kuzeyde Avusturya, Macaristan ve Ukrayna’nın bir bölümüne ve güneyde Sudan, Eritre, Somali ve Yemen’e uzanmaktaydı. Osmanlı İmparatorluğu 29 eyaletten ve vergiye bağlanmış Boğdan, Erdel ve Eflak prensliklerinden oluşmaktaydı. Devlet zaman zaman denizaşırı topraklarda da söz sahibi olmuştur. Atlantik Okyanusu’ndaki kısa süreli toprak kazanımları Lanzarote (1585), Madeira (1617), Vestmannaeyjar (1627) ve Lundy(1655) bu duruma örnek olarak gösterilebilir.

Devlet altı yüzyıl boyunca Doğu dünyası ile Batı dünyası arasında bir köprü işlevi görmüştür. Hakimiyeti altında bulunan topraklarda yaşayan halklar zaman zaman, toplu ya da yerel ayaklanmalar ile Osmanlı iktidarına karşı çıkmışlardır. Genel olarak din, dil ve ırk ayrımından uzak durduğu için yüzyıllarca birçok devleti ve milleti hakimiyeti altında tutmayı başarmıştır.Osmanlı İmparatorluğu, eski Türk örf ve adetlerinin ve İslam kültürünün yükümlülüklerinin doğrultusunda bir yönetim şekli belirlemiştir.

OSMANLI DEVLETİ HAKKINDA KISA BİLGİLER 
İLK OSMANLI SULTANI
Osman Gazi 1299 yılında kurulan Osmanlı Devleti’nin ilk sultanıdır.

EN UZUN SÜRE SULTANLIK YAPAN
Kanunî Sultan Süleyman 46 yıl sultanlık yapmıştır.

TAHTA GEÇEN EN YAŞLI SULTAN
Sultan V. Mehmet Reşat 65 yaşında tahta geçmiştir.

OSMANLI’DA BASILAN İLK ÖNEMLİ ESER
Vankulu tarafından tercüme edilen Lugat-ı Sıhah.(1727)

İLK MEVLİD-İ ŞERİF
1409 yılında Süleyman Çelebi tarafından Vesilet-ün Necat adlı ilk mevlit yazıldı.

OSMANLI’NIN İLK MİZAH DERGİSİ
1869 yılında Diyojen yayınlandı.

İLK TÜRKÇE GAZETE
1831 yılında ilk yayınına başlayan Takvim-i Vekayi.

OSMANLI’DA İLK ALTIN PARA
1478 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından bastırıldı.

İLK ŞEYHÜLİSLAM
1425,Molla Fenari

İSTANBUL’UN OSMANLILAR TARAFINDAN İLK KUŞATILMASI
1391 yılı.

İSTANBUL’DA İLK DENİZ SEFERLERİ
1850 yılında başladı.

İSTANBUL’DA İLK TRAMVAY
1872 yılında faaliyete geçti.

OSMANLI’DA İLK ANAYASA
1876 yılında hazırlanan Kanun-î Esasi’dir.

Osmanlı İmparatorluğu
Osmanlı İmparatorluğu,

13. yüzyıl sonlarından 20. yüzyılın ilk çeyreğine değin varlığını sürdüren Türk devleti.Anadolu’da kurulmuş, sınırları tarihi boyunca çok değişmekle birlikte en geniş döneminde bugünkü Arnavutluk, Yunanistan,Bulgaristan, Yugoslavya,Romanya ye Akdeniz’in doğusundaki adaları,Macaristan ve Rusya’nın bazı kesimlerini, Kafkasya, Irak,Suriye, Filistin ve Mısır’ı,Cezayir’e kadar tüm Kuzey Afrika’yı ve Arabistan’ın bir bölümünü kapsamıştır. Hanedana da adını veren Osman Bey devletin kurucusu olarak kabul edilir. Osmanlı Devleti bir askeri dirlikler sistemi aracılığıyla küçük köylü tarımından artı ürün aktarımının çok düzenli bir örneğini verdiği gibi, bu tür toprak dağıtımlarında zamanla açığa çıkan ademimerkezileşme eğilimini frenleyerek İslam ve Türk-İslam devletlerinin en güçlüsü, en uzun sürelisi olmuştur. Çin ve İran ile birlikte, 19. yüzyılda siyasal bağımsızlığını yitirmeden günümüzün eşiğine dayanan üç büyük kapitalizm öncesi toplum arasında yer almış, modern Türkiye’nin öncelini oluşturmuştur.

Osmanlı Devleti – Kuruluş ve genişleme dönemi (1300-1481)




Osmanlı tarihinin ilk iki yüzyılı neredeyse kesintisiz bir yayılma ve genişleme dönemi oldu. Bu dönemde Osmanlı egemenliği Kuzeybatı Andolu’daki küçük bir uç beyliğinden,

1481 yılı olayları, ölümler, doğumlar ve diğer önemli gelişmeler
…Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Anadolu’nun tamamını, Güneydoğu Avrupa’yı ve

Anadolu kelimesi Yunanca güneşin doğduğu yer anlamına gelen “Anatoli”dan doğmuştur. Romalılar, kendi topraklarına göre doğuda kaldığından buraya doğu toprağı anlamında Thema Anadolia demişlerdir. Anadolu isminin bir bölge adı olması ise Selçukluların Anadoluya gelmesiyle başladı.
…Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Arap dünyasını içine alan bir imparatorluğa doğru çok büyük bir nicel ve nitel değişim gösterdi. Fetih süreci içinde Osmanlılar savaşçı kabile şefliğinden devlete dönüşürken Ortadoğu’nun köklü siyasal, ekonomik ve toplumsal kurumlan da gerek

Arap dünyası olarak adlandırılan devletler toplam 23 tanedir. Bunlar:
…Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Bizans’tan, gerekse

Bizans kelimesi Byzas’tan gelir. İstanbul şehrinin kurucusu Byzas’dan dolayı şehre uzun süre Byazs denmiştir.
…Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Orta Asya’nın büyük Türk göçebe ve yan göçebe konfederasyonları ile ilk gerçek

Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Tacikistan, Afganistan, Çin’in bir kısmı (Doğu Türkistan), Rusya ve Pakistan’ın bir kısmından oluşan bölge ve bölgeyi tanımlamak için kullanılan coğrafi terim.
…Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Türk-İslam devletleri olan

Türk-İslam devletleri Türklerin İslamiyeti kabul ettikten sonra kurdukları devletlerdir. İtil Bulgarlarından sonra ilk Müslüman Türk devletleri, Karahanlılar, Gazneliler ve Selçuklular’dı. Karahanlılar, 944 yılında, Selçuklular, Türk-İslam devletlerinin en büyüklerindendir. Oğuzların Üçoklar kolunun, Kınık boyuna mensupturlar. 10. yüzyılın sonu ile 11. yüzyılın başlarında İslamı kabul ettiler.
…Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Selçuklulardan devralman kurum ve geleneklerle kaynaştı-nldı. Osmanlı sentezinin yeni kalıplan eskilerinin yerini aldı ve günümüze değin

Selçuklular, Türk-İslam devletlerinin en büyüklerindendir. Oğuzların Üçoklar kolunun, Kınık boyuna mensupturlar. 10. yüzyılın sonu ile 11. yüzyılın başlarında İslamı kabul ettiler. Selçuklular; Çin’den, Batı Anadolu dahil bütün Ortadoğu ülkeleri, Akdeniz sahilleri, Kuzeybatı Afrika, Hicaz ve Yemen’den Rusya içlerine kadar yayılan hakimiyetin, muazzam bir kültür ve medeniyetin temsilcisidir.
…Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Ortadoğu’ya damgasını vurdu.

Osman Bey ve ardıllarının zaferleri (y. 1300-1402)

Genişlemelerinin başlarında Osmanlılar küçülüp sönmekte olan

Orta Doğu İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bilimsel çalışmalarda ve uluslararası siyasette giderek kullanımı yaygınlaşan “Ortadoğu” (Middle East; Moyen Orient; eş-Şarku’l-Evsat) kavramını ilk defa 1902 yılında Amerikan deniz tarihçisi ve stratejisti Alfred Thayer Mahan, National Review’de yayınlanan Basra Körfezi’nin önemini ele aldığı “The Persian Gulf and International Relations” başlıklı yazısında Arabistan ile Hindistan arasındaki bölgeyi ifade etmek için kullanmıştır.
…Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Hıristiyan

Alm. Christentum (n), Fr. Christianisme (m), İng. Christianity. Îsâ aleyhisselâma gönderilen hak din Îsevîliğin bozulmuş hâline verilen ad. Aslı bozulmuş semâvî dinlerdendir. Semâvî din, değeri üstün ve yüce olan, ilâhî bir kaynağa dayanan ve tek Allah’a inanmayı kabul eden “hak din” demektir. Hıristiyanlığın aslı, ilâhî vahye dayanır. Bizzat Allahü teâlâ tarafından hazret-i Îsâ’ya gönderilmiştir.
…Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Bizans Devleti’ne karşı Türk gazilerinin önderleri olarak sahneye çıktılar. Sosyoekonomik açıdan gaziler,

Bizans İmparatorluğu, Roma İmparatorluğu’nun 395′te Doğu ve Batı olarak ikiye ayrılmasıyla ortaya çıktı. Başkenti Roma olan Batı Roma İmparatorluğu 5. yüzyılda Germen kabilelerince yıkıldı. Merkezi Konstantinopolis (bugünkü İstanbul) olan ve Doğu Roma İmparatorluğu da denen Bizans İmparatorluğu ise, bin yılı aşkın süre varlığını sürdürdü. Bizans’ın ortaya çıkışı, Roma İmparatoru I. Constantinus’un başkenti, Roma’dan bugünkü İstanbul’a taşımasıyla da yakından ilişkilidir.
…Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Germen comtatus ya da Gefolgschaft’ı gibi, bir savaş şefine kişisel bağlılık temelinde birleşen genç savaşçılardı; bu yönleriyle evrensel, islam uğruna savaşma ideoloj ileriyle ise özgül bir olguyu ifade ediyorlardı. Çevresinde toplandıktan aristokratik soyun atalarıMalazgirt Savaşı’ndan (1071) sonra Orta ve Doğu Anadolu’ya yerleşen göçebe Oğuz

Büyük Selçuklu Devleti Sultanı Alparslan ile Bizans İmparatoru Romen Diyojen kuvvetleri arasında, 26 Ağustos 1071 tarihinde, Doğu Anadolu’da Malazgirt Ovasında meydana geldi. Bu muharebe, dinî, millî, siyasî, askerî neticeleri ve Türk-İslâm tarihinin en büyük zaferlerinden biri olması bakımından önemlidir.
…Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Türkmen kitleleriyle Anadolu’ya gelmiş Kayı boyundandı. Iran ve

…Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Mezopotamya’da

Mezopotamya, Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nden Basra Körfezine kadar uzanan Fırat Nehri ve Dicle Nehri arasında kalan bölgenin ilk çağdaki adıdır.
…Tümünü okumak için linke tıklayınız.
İlhanlı Devleti (İran Moğolları)’nin kurulmasıyla, Moğollar 13. yüzyılda yeni bir Türkmen dalgasını önlerinden Anadolu’ya sürdüler. Önemli kesimleri

İlhanlılar
…Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Anadolu Selçukluları tarafından uç denen sınır boylarına kaydınlan bu ikinci dalgayla Anadolu daha da Tûrkleşti.

Anadolu Selçuklu Devleti, Selçukluların Anadolu’da kurduğu devlettir. Türklerin Anadolu’ya yerleşmesi 1071’deki Malazgirt Savaşı’ndan sonra hızlandı. Selçuklu komutanı Kutalmışoğlu Süleyman Şah (I. Süleyman Şah), Anadolu’daki fetihleri batıya yayarak 1075′te İznik’i Bizans’tan aldı ve burayı başkent yaparak bağımsızlığını ilan etti.
…Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Kösedağ Savaşı’nda (1243)

Kösedağ Savaşı Anadolu Selçuklularının, Moğollara yenilmesiyle sonuçlanan ve 1 Temmuz 1243 tarihinde meydana gelen savaş. Türk-İslâm tarihinde, önemli bir dönüm
…Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Moğolların Anadolu Selçuklu ordusunu yenmesinin ardından

Moğolistan’ın yerli halkı. Doğu Asya kavimlerinden. Asıl yurtları Moğolistan’dır. Kısa zamanda Asya kıtasının büyük bir kısmına sâhip olup, yayıldılar.
…Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Osman Bey kuzeybatı Anadolu’daki uç beyliğinin emiri olarak sivrildi ve o yörede Bizanslılarla savaşan gazilerin önderliğini üstlendi.

Anadolu Selçuklu gücünün yerini Moğolların gevşek metbuluğunun (süzerenliğinin) almasıyla, Anadolu’nun Moğol işgaline uğramamış bölgelerindeki Türkmen beylikleri bağımsız bir karakter kazandı. Bunlardan biri olan Osmanlılar arkalarında

Osman Bey (1258 – 1326) Osmanlı Devleti’nin kurucusu. 1258′de, Söğüt’te doğdu. Babası Ertuğrul Gazi, annesi Hayme Hatun’dur.
…Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Germiyanoğulları gibi daha güçlü beylikler bulunduğundan akınlannı ister istemez

Kütahya ve çevresinde hüküm sürmüş bir Türk beyliği. Toprakları, doğuda Afyonkarahisar ve Denizli, batıda Gediz ve Menderes vâdilerine kadar uzanırdı.
…Tümünü okumak için linke tıklayınız.
İstanbul Boğazı ile

İstanbul Boğazı, Karadeniz’le Marmara Denizi’ni birleştiren su yoluna verilen isim. Uzunluğu düz olarak 30 kilometredir. Girinti ve çıkıntılar hesaba katılınca kiyıların uzunluğu ortaya çıkar. Rumeli yakasında Rumeli Feneri’nden Haliç kıyılarını dolaşarak Ahırkapı Fenerine kadar 55 kilometre, Anadolu yakasında Anadolu Feneriyle Kızkulesi arası 35 kilometre, Selimiye önündeki Kayak Burnu’ na kadar 36 kilometredir.
…Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Marmara Denizinin güneyinde kalan Bizans topraklarına yönelttiler. Bu, birkaç bakımdan onların tarihsel şansı oldu; darü’l-islama saldırsalar yalnızlığa itilip ezilecekken darü’l-harbe karşı hareketlerinde kendilerine bir geçim kaynağı aramakta olan ve İslamı yayma ateşi taşıyan başıboş göçebeleri, kentli işsizleri ve sürekli yeni otlaklara gereksinim duyan aşiretleri çevrelerinde topladılar. Aynı zamanda

Marmara Denizi Karadeniz’i Ege Denizi ve Akdeniz’e bağlayan bir iç denizdir. Türkiye’nin Asya ve Avrupa kısımlarını da birbirinden ayırır. Karadenize İstanbul Boğazı, Ege Denizine Çanakkale Boğazı ile bağlanır. Yüzölçümü 11,350 km²’dir. Adalarında bol miktarda mermer bulunması yüzünden denize bu isim (Yunanca: Marmaros = Mermer) verilmiştir.
…Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Bizans İmparatorluğu’nun içsel çürümüşlüğünü yakından tanıdılar.

Bizans İmparatorluğu yada Doğu Roma İmparatorluğu olarak bilinen devlet, Roma İmparatorluğu’nun doğu kısmında M.S. 395′te kurulan ve İstanbul’un 1453′te Fatih Sultan Mehmed tarafından fethiyle ortadan kalkan imparatorluktur.
Bizans imparatorluğu, Romalıların doğuda sahip olduğu toprakları, Tuna’dan Germenlerin ve İslavların; Fırat’tan da Perslerin ikili baskısına karşı koruma zorunluluğundan doğdu. Bu baskılara karşı imparatorluğa Roma’dan dah
…Tümünü okumak için linke tıklayınız.

I. Bayezid’e (hd 1389-1402) değin de, bu ilk yayılmanın getirdiği kudret ve zenginliği doğudaki

bkz. Yıldırım Bayezid
…Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Anadolu Türk beyliklerini ele geçirmek için kullandılar.

…Tümünü okumak için linke tıklayınız.
1300′e gelindiğinde Osman Bey Dorylaion’dan (

1300 yılı olayları, ölümler, doğumlar ve diğer önemli gelişmeler
…Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Eskişehir) Nikaia (İznik) Ovasına uzanan alanı ele geçirmiş ve Bizanslıların giriştiği birkaç örgütlü karşı saldınyı püskürtmüştü. Bizans imparatorunun Batı Avrupalı paralı askerlere başvurması Türklerden çok kendi toprakları ve halkına zarar veriyor, hem iyice şişmiş ve müsrifleşmiş Bizans Devleti’nin ağır vergi yükünden, hem de Katalan ve Norman şövalyelerinin zorbalık ve yağmacılıklarından yılan Hıristiyan köylüler, henüz görece ucuz bir yönetim sistemini, dolayısıyla daha hafif bir vergi yükünü temsil eden Türklerin himayesine girmeyi yer yer iyi karşılayabiliyorlardı. Bununla birlikte Osmanlılar o sırada etkili kale kuşatma ve düşürme araçlarından yoksundu; büyükçe kentleri alamadıkları gibi, Güneybatı Anadolu’da güçlenen Türkmen komşulan

Eskişehir, Türkiye’nin İç Anadolu Bölgesinde bulunan aynı adlı ilin merkezidir. Ortasından Porsuk Çayı geçen şehir, içerisinde Osmangazi Üniversitesi ve Anadolu Üniversitesi’nin bulunması nedeniyle bir öğrenci kenti görünümündedir. 2008 yılının verilerine göre şehir merkezinin toplam nüfusu 599,796′dır. Bu nüfusun 297,865′i erkek 301,931′i kadındır.
…Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Aydınoğulları ve

Aydınoğulları 16. yüzyılda Aydın ve İzmir yöresinde egemenlik kuran beylik. Germiyanoğullarından Aydınoğlu Mehmet Bey tarafından Menderes yöresinde kuruldu (1330). Oğlu Umur Bey zamanında beylik en canlı dönemini yaşadı. Yunanistan, Mora ve Ege adalarına seferler yapıldı, ganimetler elde edildi. Fakat papa tarafından gönderilen Haçlı ordusunun İzmir’i alması (1344) ve Umur Beyin öldürülmesiyle gerileme dönemi başladı. Kardeşi Ayasuluk emîri Hızır Bey Haçlılarla anlaşmak zo
…Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Karesioğullarına da dokunamıyorlardı. Orhan Gazi’nin 1326′da Bursa’yı alması Yakındoğu’nun köklü devlet gelenekleriyle yüksek islam kültürü ve hukukunun taşıyıcısı olan ulema için bir çekim merkezi yarattığı gibi, gerçek bir ordunun kurulmasını ve beyliğin devlete dönüştürülmesini sağlayacak idari, mali ve askeri gücün biriktırilmesinde ilk büyük adımı oluşturdu. Kuzeybatı Anadolu’nun Nikaia, Nikomedeia (İzmit) ve Scutari (

Orhan Gazi (1281 – 1360) 1281 yılında doğdu. Babası Osman Gazi, annesi Kayı aşireti’nin ileri gelenlerinden Ömer Bey’in kızı Mal Hatundu. Orhan Gazi, sarı sakallı, uzunca boylu, mavi gözlüydü. Yumuşak huylu, merhametli, fakir halkı seven, ulemaya hürmetli, dindar, adaletli, hesabını bilen ve hiçbir zaman telaşa kapılmayan, halka kendisini sevdirmiş bir beydi. Sık sık halkın arasına karışır, onları ziyaret etmekten çok hoşlanırdı.
…Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Üsküdar) gibi geri kalan Bizans kentlerini de 1330-38 arasında ele geçiren Orhan, daha sonra güneydeki

Anadolu yakasında, Kocaeli Yarımadası’nın batı kesiminde yer alır, Üsküdar İlçesi, doğuda Ümraniye, güneyde Kadıköy ilçeleri, batı ve kuzeybatıda İstanbul Boğazı, kuzeyde de Beykoz İlçesi’ne komşudur. İlçe bu sınırlar içinde 35 km’lik bir alan kaplar. Batısı denizdir. Kırsal yerleşmesi olmayan Üsküdar İlçesi, 52 mahalleden oluşur. 1918 ve 1924’de ayrı vilayet yapılan Üsküdar, 1926’daki yönetsel düzenlemeler sırasında ilçe yapılarak İstanbul Vilayeti’ne bağlandı.
…Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Türkmen komşularının iç kavgalarından yararlanarak 1345′te Karesi topraklanni ilhak etti.

…Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Edremit Körfeziyle

Resim:Aegean Sea map.png|thumb|Edremit Körfezi
…Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Kapıdağ Yarımadası arasındaki bölgeyi denetimi altına alarak Marmara Denizine ulaştı. O zamana değin Trakya ve Konstantinopolis’teki (İstanbul) rakip Bizans hiziplerine paralı asker (ve büyük kazanç) sağlamak Aydınoğullarının tekelindeydi. 1346′da ise Orhan Bizans imparatoru VI. İoannes Kantakuzenos’un başmüttefiki oldu ve böylece Osmanlı birlikleri için Avrupa’ya geçme olanağı doğdu. Umur Bey’in ölümünden (1348) sonra Aydınoğullarının dağılması üzerine Osmanlılar gazilerin önderliğini tek başlarına üstlenecek hale geldiler. Kantakuzenos’un Bizans tahtını ele geçirmesine yardımcı olan Orhan, karşılığında imparatorun kızı Theodora ile evlendi ve Trakya’da dilediği gibi hareket etme hakkını kopardı. Osmanlı akıncılarının sık sık Gelibolu’dan yukarılara çıkarak elde ettikleri ganimet Osmanlı gücünün maddi temellerine katkıda bulundu. Orhan’ın küçük oğlu Süleyman Paşa 1353′te Gelibolu’ yu üs haline getirdi ve Bizans’ın bütün tepkilerine karşın boşaltmayı reddetti. Süleyman’ın akıncıları bu üsten hareketle M eriç Vadisinden Balkanlar’a yöneldiler. Bir süre sonra Kantakuzenos, biraz da Türklerle işbirliği yapması nedeniyle tahttan düştü ve Avrupa tehlikenin gerçek boyutlarını fark etmeye başladı.

Bununla birlikte I. Murad (hd y. 1360-89) dönemine değin Gelibolu kalıcı fetihler için kullanılmadı. Bundan sonra, savunucularının azlığına ve dağınıklığına karşın Konstantinopolis’in kalın surlarından yılarak çevresinden dolaşmayı yeğleyen Osmanlılar doğrudan kuzeye, Trakya’ya uzandılar. Bu aşama 1361/62′de Adrianopolis’in zaptıyla noktalandı ve Bizans İmpatorluğu’nun bu ikinci büyük kenti Edirne adıyla yeni Osmanlı başkenti oldu. Konstantinopolis ile Tuna arasındaki en önemli kale olan Edirne Osmanlılara Avrupa’daki toprak kazanımlarını korumada, Trakya’yı yönetmede ve kuzeye doğru yayılmada önemli kolaylıklar sağlıyordu. Meriç Vadisinden yukan hareketini sürdürerek 1363′te Plovdiy’i ( Filibe) alan I. Murad Bizans’ı tarımsal hinterlandının büyük bölümünden yoksun bıraktı; başlıca tahıl ve vergi kaynaklarını denetimine alarak imparatoru Osmanlıların metbuluğunu tanımaya zorladı.

Sırp prensi Stefan Dusan’m ölümü ( 1355) üzerine bölünmüş ve zayıf durumda kalanSırplar, Macar kralı I. Lajos (Büyük) ve Bulgar çarı İvan (Şişman) ile ittifak kurarak Osmanlılara karşı ilk Haçlı seferini başlattılar. Bizans imparatoru V. İoannes de Konstantinopolis ( Ortodoks) ve Roma ( Katolik) kiliselerini birleştirerek Avrupa’nın desteğini sağlamaya çalıştıysa da, Bizans Batı’dan herhangi bir somut yardım alamadığı gibi kendi içinde daha fazla bölündü. Böylece I. Murad’ın Çirmen Savaşı’nda (1371) müttefiklere karşı kazandığı zafer Osmanlıların kendilerine olan güvenlerinin artmasına, düşmanlarının da daha fazla direnmeden Murad’ın metbuluğunu kabul etmelerine yol açtı. Bundan sonra Murad Avrupa’ da vasallık ilişkilerine dayanan bir imparatorluğun temelini attı. Osmanlılar kendilerini metbu tanıyan, yıllık vergilerini düzenli ödeyen ve istendiğinde Osmanlı ordusuna asker veren yerel hanedanları tasfiye yerine onlarla işbirliğine gittiler. Egemenliklerini barış içinde benimseyen yönetici sınıflarla tebalannı canlarına, mallarına, geleneklerine ve konumlarına dokunulmayacağı konusunda rahatlatarak olası direnmeleri yumuşattılar ve kendi devlet aygıtlarını henüz çok geliştirmeden ya da işgal garnizonları kurmadan yeni topraklarını kolayca yönetebilir duruma geldiler. I. Murad 1371-87 arasında Makedonya’yı, bu arada Manastır (1382), Sofya (1385) ve Niş’i (1386) kapsayan Orta Bulgaristan’ı, sonunda da Sırbistan’ı fethetti.

Tuna’nın güneyindeki imparatorluk alanını pekiştiren bu hamle Balkan ülkeleri ittifakının1389′daki I. Kosova Savaşı’nda uğradığı dramatik yenilgiyle noktalandı. Bugünkü Romanya, Bosna, Arnavutluk, Yunanistan ve Sırpların Belgrad Kalesi daha Osmanlı egemenliği dışındaydı, ama artık Müslüman yayılmasını durdurabilecek tek güç Macaristan’dı.

1. Bayezid’in Anadolu’yu ilhakı ve Timur’a yenilmesi

I. Bayezid babasının zaferinin meyvelerini toplamak amacıyla Avrupa’da yeni fetihlere girişmek şöyle dursun, Anadolu Selçuklu Devleti’nin enkazı üzerinde Konya’yı başkent alarak yükselen Karamanlı tehdidini göğüsleyebilmek için, yenik düşmüş eski vasallannı ivedilikle bağışlayıp yerlerine iade ederek dikkatini Anadolu’ya çevirmeye zorlandı. Bayezid’in öncelleri Türkmen beyliklerini zorla ilhaktan kaçınmış, ama evlenme ve toprak satın alma gibi barışçı yöntemlerle genişlemekten geri durmamışlardı. Bu yolla,Hamidoğulları ve Germiyanoğullarının Orta Anadolu’daki topraklarını ele geçirerekKaramanlılarla komşu olmuş ve I. Murad bir Karamanlı saldırısı olasılığına karşı bazı askeri önlemler alma gereğini duymuştu. Osmanlıların Avrupa ile uğraştığı sırada ise Karamanlılar Sırbistan’la işbirliği yaparak Murad’ın Avrupa ve Aşya’daki yasallarını kışkırtmış, Kosova’da bozguna uğrayan Balkan ittifakını da desteklemişti.

Bu koşullarda Bayezid, Karamanlıların Anadolu’da başlattığı genel ayaklanmayı cepheden saldın yoluyla göğüslemeyi yeğledi. 1390 sonuna değin Batı Anadolu’daki bütün Türkmen beyliklerini topraklarına kattı; 139l’de Karamanlıları yendi; Doğu Anadolu’daki bazı Türkmen beyliklerini ortadan kaldırdı. Ama bölgenin fethini tamamlamaya hazırlandığı sırada, Balkanlar’da bu kez Macaristan ve Bizans’tan yardım gören bazı vasatlarının ayaklanması üzerine Avrupa’ya döndü. İki cephe arasındaki hızlı hareketleri nedeniyle Yıldırım sanı verilen Bayezid asileri kısa zamanda bastırdı (1390-93): Bulgaristan’ı işgal edip ilk kez doğrudan Osmanlı yönetimine bağladı ve Konstantinopolis’ı kuşattı. Macaristan’ın karşılık olarak örgütlediği büyük Haçlı seferini de Niğbolu Savaşı’nda (1396) bozguna uğrattı. Tuna’nın güneyinde Osmanlı egemenliği iyice sağlamlaşmış, Avrupa dehşete düşmüştü, islam dünyasında büyük saygınlığa kavuşan Bayezid, Kahire’deki kukla Abbasi halifesitarafından (sultan unvanını tekellerinde tutmak isteyen Memlûklerin muhalefetine karşın) sultan unvanıyla ödüllendirildi.

Bu nokta 14. yüzyıldaki Osmanlı genişlemesinin doruğu oldu. Bundan sonra haçlıların yarım bıraktırdığı işine dönen Bayezid, 1397′de Karamanlıları çiğneyip geçerek bu son Türkmen beyliğini topraklarına kattı. Osmanlıların Doğu Anadolu’ya dayanmaları, Orta Asya, İran, Afganistan ve Mezopotamya’da güçlü bir imparatorluk kurmakta olan Timur’un dikkatini çekmekte gecikmedi; 1398′de Hindistan’ı istilaya girişen Timur, batı kanadındaki ağırlık nedeniyle bu projesinden vazgeçmek zorunda kaldı.

Osmanlılar ile Anadolu beylikleri arasındaki siyasi ve askeri mücadele, yerleşik köylülerin vergilendirilmesi üzerine kurulu sürekli, profesyonel ordusu ve bürokrasisiyle gerçek bir devlet ile göçebe kabile düzeni arasındaki toplumsal çatışmayı da ifade ediyordu. Türkmen beyliklerinin yapısı ise klasik Asyalı karakterine Osmanlılarınkinden daha çok uyan Timur’un devletine yakındı. Bayezid’den kaçarak kendisine sığınan Türkmen beyliklerinin de etkisiyle Timur sonunda Osmanlı gücünü kırmaya karar vererek Anadolu’ya girdi ve Sivas’ı yakıp yıktı. Bayezid ile Timur’un farklı nitelikteki orduları birbirlerine kavuşurlarken, bazı bakımlardan 1071′deki Malazgirt Savaşı’nda Uz ve Peçeneklerin Bizans’tan Alp Arslan’a geçmesine benzer bir gelişmeyle Osmanlıların Türkmen vasalları ve Müslüman askerleri, yalnızca kâfirlere karşı savaşmayı öngören gazi geleneğinden koptuğu gerekçesiyle Bayezıd’i terk edip Timur’a katıldılar. Yalnız Hıristiyan vasallarının birlikleriyle kalan Bayezid 1402′deki Ankara Savaşı’nda) Timur’a tutsak düştü ve bir yıl geçmeden öldü.

İmparatorluğun yeniden kuruluşu (1402-81)

Anadolu’yu fethetmeyi amaçlamayan Timur, kendisine katılan Türkmen beylerine eski topraklarını vererek çekildi. Böylece Osmanlılar daha Bayezid’in oğulları zamanında Batı Anadolu’daki kazanımlarını geri alabildiler. İmparatorluğun o sırada herhangi bir saldırıya uğramayan Avrupa topraklarının sağlam iç örgütlenmesi bunda belirleyici rol oynadı. Türkleri belki Rumeli’den söküp atabilecek güçlü bir Haçlı seferi Hıristiyan alemindeki bölünmeler nedeniyle gerçekleşmeyince, Osmanlı Devleti’nin toparlanmasının önündeki başlıca engeli şehzadeler arası kavgalar oluşturdu. Bayezid’in dört oğlu taht uğruna birbirlerine girdiler. Yükseliş yüzyıllarının büyük köylü ayaklanmaları da bu ortamda çıktı. Büyük şehzade Süleyman Çelebi, Osmanlıların Hıristiyan vasallarını ye Bayezid’in doğudaki son fetih girişimini destekleyen kesimleri yanına alarak Edirne’yi başkent edindi ve bir ara Trakya’ya egemen oldu. Avrupa’daki ilk yayılma, dalgasının ardındaki eski Türkmen soyluları ise Çelebi Mehmed’in (I. Mehmed) çevresinde toplandılar. Güven ve istikrardan yana olan esnaf ve zanaatçı loncaları ile Anadolu’daki kent kökenli, Sünni, merkeziyetçi tarikatların da katılmasıyla Çelebi Mehmed bütün kardeşlerine üstün gelmeyi başardı;, Bursa’daki Musa Çelebi’yi, Balıkesir’deki İsa Çelebi’yi ve Süleyman Çelebi’yi öldürttü. Fetret Devri de (1402-13), Çelebi Mehmed’in bütün imparatorluğa egemenliğini kabul ettirmesiyle son buldu. Bu arada ideolojik esin kaynağım Şeyh Bedreddin’in panteist, ilkel komünist düşüncelerinde bulduğu kabul edilen Börklüce Mustafa ve Torlak Kemalayaklanmaları da bastırıldı.

I. Mehmed’in (1413-21) ve II. Murad’ın (1421-44 ve 1446-51) hükümdarlığı sırasında ikinci bir genişleme dönemi yaşandı ve Bayezid’in imparatorluğuna yeni topraklar katıldı. I. Mehmed ihtiyatlı bir politikayla Bulgaristan ve Sırbistan’da eski vasallık sistemine geri döndü ve bağlı prensliklere Avrupa’da yeni seferlere girişmeyeceği konusunda güvence verdi. II. Murad da padişahlığının ilk yıllarında daha çok Rumeli’ deki gazilerin, komutanlarının ve vasal prenslerin, Anadolu’da da Ankara Savaşı’ndan sonraki konumlarına dönmeye çalışan Türkmen beylerinin yarattığı iç sorunlarla uğraştı. 1422-23′te Balkanlar’daki direnişi bastırdı; Konstantinopolis’i bir kez daha kuşattı ve kuşatmayı ancak Bizans’ın yüklü bir haraç ödemesi üzerine kaldırdı. Ardından Anadolu’ya yeniden egemen olarak Timur’un geride bıraktığı Türkmen beyliklerinin çoğunu haritadan sildi; doğudaki Timurlular Devleti’ni tedirgin etmemek için yalnız Karamanlılar ile Candaroğullarının yergiye bağlamakla yetindi. Bundan sonra ise, Osmanlı Devleti’yle Venedik arasındaki ilk savaşı başlattı (1425). VenedikOsmanlı topraklarında ve Karadeniz’de ticaret üstünlüğünü kazanmak için o ana değin sultanlarla iyi geçinmeye çalışmışsa da, Osmanlıların Makedonya’yı geçerek kendi gölü saydığı Adriyatik kıyılarına erişmesini engellemek uğruna Selanik’i Bizans’tan devralmıştı. Savaş birkaç yıl sürüncemede kaldı. Venedik İtalya’daki sorunlarla uğraşıyor, Osmanlılara da Venedik kadırgalanyla açık denizde değilse bile kıyı sularında, ordunun koruması altında baş edebilecek bir filo oluşturmak için zaman gerekiyordu. Bu arada Macaristan’ın Eflâk (bugün Romanya’nın bir bölümü) topraklarına egemen olma çabası da, Murad’ı ömrünün sonuna değin uğraştıracak bir dizi çatışmayı başlattı. Sonunda II. Murad Selanik’i ablukaya alıp ordusunun kente girmesini (1430) sağlayacak bir donanma kurdu ve Adriyatik ile Ege’deki Venedik limanlarına denizden yapılan akınlarla Venedik’i 1432′de banşa zorladı. Anlaşma koşullarına göre Venedik Osmanlıların Adriyatik’e çıkmasını önlemeye çalışmaktan vazgeçiyor; karşılığında imparatorluk sınırlan içinde önde gelen ticari güç olmasına izin yeriliyordu.

Osmanlı Devleti’nin kurucu aristokrasisini oluşturan, Fetret Devri’nde de Çelebi Mehmed’in çevresinde toplanan Türkmen soylularının tahta çıkardığı II. Murad, çok geçmeden bu eski ailelerin Rumeli ve Anadolu’da kazanılan topraklarda kurdukları büyük mülklere de yaslanarak güçlenmelerinden tedirgin olmaya başladı. Türk beylerinin nüfuzunu dengelemek için hizmetindeki Türk olmayan grupları güçlendirmeye koyuldu. Özellikle,Yeniçeri Ocağı denen piyade örgütlenmesine ve her yıl Balkan eyaletlerinden toplanan Hıristiyan gençlerin Müslüman yapılarak sultana ömür boyu sadakat içinde yetiştirilmeleri anlamına gelen ünlü devşirme usulüne ağırlık verdi. Böylece devletin görece özerk çıkarlarına hizmet ederek devlete toplumdan ve toplumsal sınıflardan tümüyle bağımsızmış gibi bir görünüm kazandıran bir aygıtı geliştirdi. Yeni fethedilen toprakların tımar, zeamet ve haslar halinde dağıtımından aslan payım alarak zenginleşen ve çoğalan devşirmeler bu yükselme dönemlerinde hep savaştan ve sürekli genişlemeden yana oldular. Tehlikeyi gören eski Türk aileleri ise doğal olarak buna karşı çıktılar ve özellikle birçok sadrazam yetiştiren Çandarlılar çevresinde barış yanlısı bir grup oluşturdular. II. Murad bazen köklü ailelerin doğudan gelebilecek yeni bir tehlike ve yeniden iki cephede birden savaşmak olasılığına ilişkin uyarılarına ikna olmuş göründü ya da uymak zorunda kaldı. Bazen de devşirmelerin saldırı özlemleri doğrultusunda davranarak, 1434′te Sırbistan ve Eflâk üzerinden yeniden Macaristan’la mücadeleye girdi. Macar kralı Sigismund’un 1437′de ölmesinden yararlanarak Sırbistan’ı (Belgrad dışında) işgal ye 1439′da ilhak etti. Böylece vasallık ilişkilerini her yerde dolaysız Osmanlı yönetimine dönüştürmeye doğru bir adım attı. Artık Tuna’nın kuzeyine ilerlemenin önündeki başlıca engel Macarların elindeki Belgrad Kalesi’ydi. Bu noktada Osmanlıları Eflâk’ta, gazilerle sınır savaşlarında pişmiş, karakışta bile harekâtı sürdürecek kadar dayanıklı ve inatçı Jânos Hunyadi’nin komutası altındaki Macarlar duralattı. Osmanlı kuvvetlerinin Hunyadi komutasındaki güçlere yenilmesine barış yanlısı Türk soyluların baskısı da eklenince, II. Murad 1444′ün hemen başlarında Edirne-Segedin Antlaşması’yla Sırbistan’a özerkliğim geri vermeye, Eflâk ve Belgrad üzerinde Macar egemenliğini tanımaya, Tuna’nm kuzeyine akın yapmamaya razı oldu. Aynı yıl Anadolu’daki başlıca düşmanı Karamanlılarla barış yaparak tahtı çok genç yaştaki oğlu II. Mehmed’e (hd 1444-46 ve 1451-81) bıraktı ve Manisa’ya çekildi ya da tam anlaşılamayan siyasal çatışmalar içinde çekilmeye zorlandı. Devşirmeler II. Mehmed’in çevresinde kümelenirken Çandarlı Halil Paşa sadrazamlığını korudu ve böylece çelişmeler çözülmemiş kaldı. Bizanslılar ve papa ise Osmanlı üst yönetiminde oluşan otorite boşluğundan Osmanlıları Avrupa’dan sürmek için yararlanmaya kalktılar. Örgütledikleri yeni Haçlı seferine, Müslümanlarla imzaladıktan barış anlaşmasının bağlayıcı sayılamayacağı konusunda papanın güvence vermesiyle Macaristan ve Venedik de katıldı. Haçlı ordusu Balkanlar’ı aşarak Karadeniz kıyısındaki Varna’ya vardı. Burada ikmallerini yaparak onlan Konstantinopolis’e taşıması planlanan Venedik filosu, II. Murad’ın Osmanlı ordusunun büyük bölümüyle Anadolu’dan gelmesini de önleyecekti. Ama Sırbistan’ın sultana sadık kalması Venediklilerin de yenilgi durumunda ticari ayrıcalıklarını yitirmekten korkarak yükümlülüklerini yerine getirmemesi Haçlıları Varna’da hareketsiz bıraktı. Bu arada Edirne’de askerin de ayaklanması (Buçuktepe Olayı) üzerine devşirme paşaların içten içe hoşnutsuzluğuna karşın çağrılan II. Murad Rumeli ve Anadolu tımarlılarını birleştirecek zamanı buldu ve 10? Kasım 1444′te Varna’da ezici bir zafer kazandı. Bundan sonra Trakya, Makedonya, Bulgaristan ve Yunanistan’ın geniş kesimleri dolaysız yönetime geçirildi, tskender Bey (Gjergj Kastrioti) önderliğinde Arnavutlar ise II. Kosova Savaşı’ndaki (1448) kesin yenilgiye kadar direndiler. II. Murad Şubat 1451′de öldüğünde Tuna sınırı güvenlik altındaydı. II. Mehmed’in ikinci saltanat dönemi açılırken, dıştaki sakinliğe karşılık, Osmanlı sarayı ve egemen sınıfının iç ilişkileri son derece gergindi: Devşirmeler artık bekledikleri günün geldiğini düşünerek sabırsızlanıyor; genç sultan, yedi yıl önce yeniçerilerin Buçuktepe Olayı’nın, hatta belki ondan önce Haçlı seferinin, el altından Çandarlı Halil Paşa tarafından kışkırtılmış olduğundan kuşkulanıyordu. Ama yeni bir iktidar odağı oluşturmaksızın, “baba yadigân” yaşlı vezirin temsil ettiği kurucu aristokrasinin gücünü kırmak için ancak büyük, olağanüstü bir zaferin kazandırabileceği saygınlıktan yararlanabilirdi. Bu nedenle, Varna ve II. Kosova savaşlarıyla ortaya çıkan elverişli durumu yeni fetihlerle değerlendirmek isteyen savaş yanlısı devşirme ricalinin ilk hedefi doğrudan doğruya Konstantinopolis oldu. II. Mehmed ve yandaşlarının sağlam gerekçeleri vardı. İki yakada kazanılan onca toprağın doğal yönetim ve kültür merkezi başkalarının elinde kaldıkça, Avrupa’daki Osmanlı egemenliği daha fazla genişletilemeyeceği gibi, Rumeli ve Anadolu’ yu birleştiren gerçek bir imparatorluk da yaratılamayacaktı. Sadrazam ve öbür Türk soylulan ise İstanbul’a saldırmaya şiddetle karşıydılar. Hep yeni bir Haçlı seferi olasılığını öne sürüyor, gerçekte ise Bizans başkentinin düşürülmesinin devşirmelerin zaferi olacağından çekmiyorlardı. Bu inatçı tutumları sultanda ihanet kuşkusu uyandırdığı gibi, zamanı geldiğinde Çandarlı Halil Paşa’nın ihanetle suçlanması senaryosuna da uygun düşecekti. Kaldı ki, var olan kuvvet dengelerini sürdürmek uğruna Halil Paşa gerçekten Bizanslılarla bazı gizli ilişkilere girmiş olabilirdi. Sonunda gerçekleşen kuşatma (6 Nisan -29 Mayıs 1453), Konstantinopolis’in fethi (bks. İstanbul’un Fethi) ve Osmanlı başkenti yapılması Osmanlı tarihinde yeni bir perdeyi açtı. İç politika açısından, eski Türk ailelerinin korktuğu başlanna geldi. Önderleri hemen idam ya da sürgün edildi ve servetlerine el kondu. Bütün kilit mevkilere devşirmelerle yandaşları yerleşti. Dışta ise İstanbul’un alınışı, eski halifelik topraklatı hâlâ Mısır Memlûkleri ile İran’daki Timur ardıllarının elinde olduğu halde, II. Mehmed’i Fatih sanıyla İslam âleminin en ünlü hükümdarı yaptı. Üstelik Mehmed’in özlemleri, yalnızca Müslümanları ve Türkleri egemenliği altında toplamaya değil, yeni aldığı kentin simgelediği her şeye, Bizans İmparatorlu-ğu’nun canlandırılmasına, hatta belki tüm Hıristiyan dünyasına kadar uzanıyordu. Bu kadar kapsamlı hedefler uğruna II. Mehmed çeşitli dayanak noktaları kurmaya girişti. İlk olarak, istanbul’u yüzyıllar boyu hükmettiği alanın yeniden siyasal ekonomik ve toplumsal merkezi haline getirmeye yöneldi. Bu amaçla, imparatorluğun bütün tabi halklarından grupları kente yerleştirmeye başladı. En nitelikli, yetenekli ve girişken kişileri başkente çekmek için özel vergi bağışıklıkları getirdi. Belli başlı dinsel grupların millet denen cemaatler halinde kendi kendilerini yönetmelerine, sultanın genel himayesi altında kendi dinsel önderlerini, geleneklerini, medeni hukuklarını, dillerini korumalarına izin verdi. Kent fiziksel açıdan da restore edildi. Eski yapılar onarıldı; yollar, sukemerleri, köprüler yapıldı; kanalizasyon sistemi iyileştirildi; kalabalık bir nüfusu beslemek için gerekli dev bir ikmal ve iaşe ağı kuruldu, istanbul’un sanayi ve ticaretini geliştirmek için imparatorluğun dört bir köşesinden tüccar ve zanaatçılara belirli ayrıcalıklar tanındı. Zamanına göre çok geniş, hatta kozmopolit bir kültür taşıyan, ideolojiye çok önem veren, Rumca bilen ve Roma imparatorlarının ardılı görüntüsünü bilinçli olarak veren, İtalyan Rönesansı’nı dikkatle izleyen ve İslamın yasaklarına karşın Bellini’ye ünlü portrelerini yaptıran II. Mehmed, daha çok sipahiye tımar verebilmek için mirî araziyi genişletmeyi ve şeriatı çiğnemek pahasına, örfi hukuk buyurma yetkisine dayanarak kurucu aristokrasinin elindeki mülk ve vakıfları yeniden devlet rakabesine almayı denedi. Bütün bu nedenlerle şeriatın temsilcileri ve halk arasında, gizlice Hıristiyan olduğu ya da olmayı düşündüğü bile söylenen II.Mehmed cihan egemenliği iddiası doğrultusunda, hırs ve enerjisinin önemli bir bölümünü Asya ve Avrupa’daki topraklarını büyütmeye ayırdı. Bizans ve Selçuklu hanedanlarının tek meşru vârisi olduğunu sorgulayabilecek hiçbir bey bırakmadı ve geri kalan bütün vasallık ilişkilerinin yerine dolaysız Osmanlı yönetimini geçirdi. Ayrıca, Osmanlı egemenliğini II. Murad’dan devralınan sınırların ötesine taşıdı. 1454′ten 1463′e değin Avrupa’nın güneydoğusuna ağırlık vererek Sırbistan’ı ilhak etti (1454-55); Mora’yı imparatorluğuna katarak (1458-6X1) Bizans tahtının son hak sahipleri olan despotları ortadan kaldırdı. Venedik Mora’nın Ege kıyısındaki önemli kalelerini sultana teslim etmeyi reddettiğinde, II. Mehmed Osmanlı-Venedik Savaşı’nı başlattı (1463-79). Aynı zamanda Trabzon (1461) ile Sinop ve Kefe gibi Karadeniz’de ‘varlıklarını koruyabilmiş Ceneviz (Cenova) ticaret kolonilerini alarak, Kırım hanlarının Osmanlı metbuluğunu kabulü sürecinin ilk adımını attı. 1463′te Katolik Macarlardan büyük baskı gören yerli Bogomil mezhebi, üyelerinin yardımıyla Bosna’yı işgal ve ilhak etti. Venedik’ten denizyoluyla gelen yardımlarla Arnavutluk direnmeyi sürdürdüğünde, kalabalık Türkmen aşiretlerini buraya sevkederek fethin tamamlanmasını sağladığı gibi, ülkede yerleşik bir Müslüman nüfus da yarattı. Yeni bir Haçlı seferi düzenleyemeyen Papalık ve Venedik ise Karamanlılar ile İran’da Timur ardıllarının yerini alan Uzun Hasan’ın yönetimindeki Akkoyunluları kışkırtarak II. Mehmed’in dikkatini doğudaki geleneksel düşmanlarına çekmeye çalıştılar. Ama II. Mehmed sülale kavgalarından ustaca yararlanarak 1466′da Karaman’ı işgal etti ve Anadolu’daki dolaysız Osmanlı yönetimini Fırat’a dayandırdı. Üzün Hasan buna çok sayıda Türkmen beyiyle Anadolu’ya girerek karşılık verdiğinde, Venedik de Mora’daki hücumlarını yoğunlaştırdı, Macaristan Sırbistan’ı istilaya başladı ve İskender Bey Bosna’ya saldırdı. II. Mehmed ise bu düşmanları birer birer yenmeyi başardı. 1473′te Otlukbeli Savaşı’nda Uzun Hasan’ı bozguna uğrattı. Akkoyunlu hükümdarı Anadolu’nun tümünde Osmanlı egemenliğini tanıdı ve İran’a döndü. Bu basan Suriye’deki Memlüklerle çatışmaya yol açtı. Memlûkler’i yenememekle birlikte etkisiz duruma getiren II. Mehmed yeniden Venedik’le ilgilendi. Adriyatik kıyılarına denizden yapılan bir dizi akın sonunda varılan barışla (1479) Venedik Arnavutluk ve Mora’daki üslerini teslim etmeyi, ticari ayrıcalıklarının sürmesi karşılığında Osmanlılara her yıl düzenli haraç ödemeyi kabul etti. Bununla birlikte ortaçağ dünyasını Hindistan ve Çin’e bağlayan İpek Yolu ve Baharat Yolu’nun İtalya’daki son duraklarını ele geçirip kârlı bir ticareti denetimine almayı amaçlayan II. Mehmed artan deniz gücüyle sonraki yıl yeniden harekete geçti. Ağustos 1480′de Otranto’ya Gedik Ahmed Paşa komutasında bir ordu çıkardı ve Rodos’a saldırdı. Başarının eşiğindeki II. Mehmed’in bilinmeyen bir yöne, belki Mısır’a doğru sefere çıkmak üzereyken 1481′de Hünkârçayın’nda ansızın ölmesi İtalya girişimine son verdi.

II. Mehmed büyük fetihlerinin yanı sıra imparatorluğun kurumsal yapılanmasına da önem yerdi. Önceki yüzyılda örf aracılığıyla gelişmiş olan siyasal, yönetsel, hukuksal ve askeri usulleri bir dizi kanunnamede (bak. Fatih Kanunnamesi) sistemleştirmeye çalıştı. Ama gerekli derlemenin boyutları ve art arda gelen seferler nedeniyle bu iş, ancak 16. yüzyıl ortalarında, I. Süleyman’ın (Kanuni) hükümdarlığında tamamlanabildi. Devletin ekonomik ve toplumsal temellerinin sağlamlaştırılması açısından da çelişkili sayılabilecek bir başarıya ulaşan II. Mehmed’in en önemli sorunu, bir yandan askeri harekâtlarını, bir yandan da yeni yönetim aygıtlarını finanse edecek parayı bulmaktı. Hem Osmanlı merkeziyetçiliği görece ileri bir likiditeye yaslanmak zorundaydı, hem de devlet büyüyüp karmaşıklaştıkça (özellikle ordu aracılığıyla) ekonomiye gittikçe ağırlaşan bir yük biniyordu. Fethedilen toprakların çoğu has ve zeamet biçiminde dağıtılmış, sonra da bunların bir bölümü eski Türk soylularınca çeşitli yollardan mülk ve vakıf statüsüne geçirilerek asker (cebelü) besleme yükümlülüğünden arındırılmış olduğu için, II. Mehmed’in öncellerinden devraldığı vergi usul ve mekanizmaları ne yeterli nakit, ne de yeterli sayıda eyalet süvarisi sağlayabiliyordu. II. Mehmed’in bu durumda denediği çözümler kısa vadeli amaçlarına ulaştıysa da, uzun vadede ciddi sorunlar doğurdu. İlk önlem olarak, belirli aralarla bütün sikkeleri dolaşımdan çekip yerlerine nominal değeri aynı, ama ayan düşük sikke (züyuf akçe) çıkarttı, yani tağşiş usulünü devreye soktu. Herkesi yeni sikkeleri kullanmaya zorlamak için, her yana olağanüstü yetkilerle donatılmış silahlı müfrezeler yollayarak, duyurulan süre içinde yenisiyle değiştirilmemiş daha değerli eski sikkelere karşılıksız el koydu. Böylece halkın elindeki altın, gümüş ya da bakırın bir bölümü hazineye aktanldıysa da tağşişlerin kısa zamanda yol açtığı hızlı enflasyon zanaat üretimine ve ticarete zarar verdi. II. Mehmed’in ek gelir arayışında başvurduğu ikinci yöntem bazı zorunlu tüketim maddelerini devlet tekeline almak, sonra bu gelir kaynaklarını birer mukataa olarak açık artırma yoluyla en yüksek peşin bedeli ödeyenlere belirli sürelerle satmaktı. Tarım dışı sektörlerde mültezimliğin hızla yayılmasına ve tefeci sermayesinin güçlenmesine yol açan bu uygulama da, mukataaları alanların bir an önce kâra geçme çabalan nedeniyle suni darlıklar yaratılması ve fahiş fiyatlar üzerinden satış yapılması sonucunu doğurdu. Son olarak II. Mehmed, gelir yaratan her türlü mülkiyetin son çözümlemede sultana ait olduğu ilkesini getirdi ve özellikle tarımsal arazi üzerindeki devlet rakabesini güçlendirerek geniş mülk ve vakıf topraklarını zoralım yoluyla mirî araziye kattı. Mirî araziden sipahilere dağıtılan küçük tımar sayısını artırmayı amaçlayan bu kapsamlı müdahale, gelir kaybına uğrayan ilmiye sınıfı üyeleri, eski Türk aileleri ve hatta büyük malikâneler edinerek eski ailelere benzemeye başlayan bazı devşirmeler arasında büyük hoşnutsuzluk yarattı. Sultanın tasarrufu örfi hukuk çerçevesinde gerçekleştiğinden, tepkiler özel mülkiyeti koruyan şeriat kanalından dile getirildi. II. Mehmed son yıllarda saltanatını ulemayı, Türk soylularını ye devşirmeleri birbirine karşı kullanarak sü

14. ve 15. yüzyıllarda Osmanlı kurumları
Osmanlı hanedanının önderleri başlangıçta basit boy başkanlarıyken
13. yüzyılda ve
14. yüzyılın başlarında önce
Anadolu Selçuklularına, sonra
İlhanlılara bağlı uç beyi durumuna geldiler.
Orhan Gazi
1324′te bey unvanını aldı; ardılları da,
I. Bayezid Abbasi halifesi tarafından sultan ilan edilinceye değin, hep aynı sanı kullandı. Bu değişimler Osmanlı soyu temsilcisi devlet içindeki konumu ve başlı başına devletin örgütlenişi açısından anlamlıydı. Uç beyi ve hatta bey sıfatıyla Osmanlı yöneticisi hâlâ bir boy başkanıydı; idari ve askeri önderliği çevresindeki öbür
Türkmen reisleriyle paylaşıyordu. Bütün savaşçı kabile şefleri gibi, ancak askeri işlevleri çerçevesinde ve ancak onları zafere götürebildiği ölçüde bağlılık ve itaat bekleyebilirdi. Bunun ötesinde, genel iç politikaların kararlaştırıldığı meclislerde yalnızca eşitlerden biriydi;
aşiret, boy ve soylar kendi içişlerinde özerkti. Boy başkanları ve adamları için bey, her zaman erişilebilecek, huzuruna girilebilecek biriydi. Aileler arasındaki anlaşmazlıklara bir ölçüde müdahale edebilirdi.
Şeriatın ve
fıkıh bilginlerinin fazla etkisi yoktu; Türk aşiret yasa ve örfleri geçerliydi. Böyle bir durumda hükümet etme sınırlı bir anlam taşıyordu. Her aile, boy ya da aşiret Osmanlıların askeri önderliğini, para ve ganimet olarak ne getirebileceğine bakarak kabulleniyordu. Osmanlı beyleri fethedilen topraklardan vergi topluyor, ganimetin paylaşımında ise çevrelerindeki boy başkanlarından tek farklılıklarını savaş önderi olarak pençik alabilmeleri, yani toplam ganimetin beşte birinin sırf bu işlev karşılığı onlara ayrılması oluşturuyordu. Beyin gücü ve geliri peşinden gelenlerin onayına bağlı olduğundan, otoritesinin kapsamı da, süresi de kısıtlıydı.

Osmanlı beyliğinin toprakları genişledikçe ve
Bizans yönetim aygıtı devralındıkça, başlangıçtaki basit yapılanmanın üzerinde gitgide daha karmaşık mekanizmaların yükselmesi kaçınılmaz oldu.
Sultanlık sıfatını aldıklarında Osmanlı yöneticileri fiilen de yarım yüzyıl öncesine göre çok daha geniş yetkilerle donatılmış, “eşitler arasında birinci” (primus inter pares) konumunu aşmaya başlamıştı. Osmanlı beyi çevresindeki aşiret örgütlenmesi devlet küçük olduğu sürece yeterliydi; boy başkanları ancak bu durumda hem topraklarında kalabilir, hem de yakındaki bir düşmanla savaşabilirlerdi. Ama sınırlar ve düşmanlar üzerinde yaşanan önceden fethedilmiş araziden uzaklaştıkça cephe gerisinde mali ve idari işler ile askeri görevler arasında işbölümünün yaratılması, komutan ve askerler seferdeyken de yeni alınan yerlerden vergi toplanabilmesi, sultanın kişisel hazinesi ile devlet hazinesinin ayrışması gerekti. Dolayısıyla Osmanlı beyliği, 14. ve
15. yüzyıllar boyunca kendi yayılma sürecinin zorlamasıyla dönüşüme uğradı. Genişleyen imparatorluğun yönetim ve savunma gereksinimlerini karşılayabilecek hükümet ve ordu kurumlarını oluşturarak, kapladığı topraklarda daha önce başka devletler yer aldığı için değil, temelde fetihlerin iç dinamikleri sonucunda devlet haline geldi. Bununla birlikte
Osmanlı devletinin evrimi, özellikle askeri örgütlenme ve taktikler açısından
Orta Asya’nın göçebe Türk kuruluşlarından etkilendi; yönetim,
din,
hukuk ve
eğitim kurumlarının
Sünni dayanaklarının geliştirilmesi ve mukataaya dayalı bir mali sistemin oluşumu açısından da, Selçuklularca işlenmiş biçimiyle Abbasilerin yüksek
İslam uygarlığının etkisinde kaldı. Saray hiyerarşisi ve protokolü, merkezî maliye,
Rumeli’nin vergi ve yönetim örgütlenmesi ise daha çok Bizans, bir ölçüde de

Sırp ve

Bulgar yönetimlerinin izlerini taşıdı.

Fetihler sırasında halkın Müslüman olmaya zorlanmamasına karşın, çok sayıda
Hıristiyan ve
Yahudi yeni imparatorlukta daha yüksek bir statü elde etmek amacıyla din değiştirdiler. Büyük bölümü ise millet sistemi çerçevesinde korunarak, eski inançlarını baskı görmeden sürdürebildi.
14. yüzyılda Hıristiyan etkisinin önemli bir kaynağını Osmanlı sarayı ile Bizans ve Balkan sarayları arasındaki evlilik bağları oluşturdu. Bu evlilikler kanalıyla Osmanlı sarayına Hıristiyan maiyetlerin ve danışmanların girmesi, özellikle I. Bayezid’in atalarının basit yaşantısı ve uygulamalarından ayrılarak çevresinde Bizans benzeri karmaşık saray hiyerarşileri ve törenlerinden bir duvar örmesine yol açtı. Bu dönemde
Rumca ve
Sırpça da Osmanlı sarayında kullanılır oldu.
I. Mehmed’in

1413′teki başarısı ise bir ölçüde I. Bayezid’in sarayındaki Hıristiyan nüfuzuna tepki duyan, onun gazi geleneklerini terk edip Türk ve Müslüman Anadolu’ya saldırmasını bu nüfuza bağlayan aristokratik ailelerin ve Sünni tarikatların desteğiyle gerçekleştiğinden,
15. yüzyılda Osmanlı sarayına Türk-Müslüman kültürü damgasını vurdu. Buna rağmen bir önceki dönemde benimsenen hiyerarşi, kurum ve törenler derinleşen bir sınıflaşma ve devletleşmeye uygun düştüğünden büyük ölçüde değişmeden kaldı.

Sultanları tebalanndan yalıtan süreç onları günlük hükümet işlerinden de uzaklaştırdı; padişahlar yetkilerini artan ölçüde Selçuklulardaki gibi vezir denen yürütme görevlilerine devretti ve kişisel katılımlarının yerini resmî yönetim kurumları almaya başladı. Bu dönemde Osmanlı ailesiyle Anadolu’daki lonca ve tarikatlar arasındaki sıkı ilişki korundu.

Batı Avrupa
ortaçağından farklı olarak Türk-İslam siyasal kuruluşlarında lonca örgütlenmesi, kentleri merkez alan devletin kendi örgütlenmesiyle hep iç içeydi. Anadolu’daki lonca ve tarikatların üst kademeleri de Büyük Selçuklu, İlhanlı ve Anadolu Selçuklu devletlerinin resmî görevlilerinin soyundan gelenlerle doluydu. Dolayısıyla Osmanlıların lonca ve tarikatlarla yakın ilişkileri Türk-İslam yönetim, gelenekleriyle devamlılığı da sağlıyordu. İslam idari ve mali örgütlenmesinin temel birimi olan mukataa da Osmanlılara büyük olasılıkla bu kanaldan geçti. Her yönetim görevini belirli bir gelir kaynağıyla ilişkilendiren mukataa o göreve getirilen kişiyi kendi “maaş”ını toplamakla sorumlu kıhyor, ama yönetim yetkilerini de mali işleviyle doğrudan ilgili alanla kısıtlıyordu. Osmanlıların bir yandan imparatorluğun çeşitli köşelerindeki yerel vergilendirme yöntemlerini koruyup, bir yandan da bu gelirleri kendi görevlilerine tahsis ederek mukataa birimleri aracılığıyla bütünsel bir sistem yaratmaları zor olmadı.

Bu gelişme askeri örgütlenme açısından özel bir önem taşıyordu. İlk Osmanlı silahlı kuvveti gerçek anlamıyla bir ordu değildi; kendi aşiret ya da boy başkanlarının komutası ve tarikat şeyhlerinin nüfuzu altındaki göçebe Türkmenlerden oluşuyordu. Ok-yay ve kargı taşıyan bu göçebe süvariler temelde ganimetle geçiniyorlardı, ama gazi kümeleri halinde sınır bölgelerine ya da Hıristiyan diyarlarını fethetmeye seykedilenlere, garnizonlar halinde yerleştikleri toprakların vergileri biçiminde, daha sürekli gelirler de verilebiliyordu. Bu yerel gelir toplama hakları zamanla mukataa biçimini aldı ve mukataa verilen aşiret reisleriyle gazi komutanlarından, adamlarını beslemeleri, donatmaları ve silahlandırmaları istendi. Böylece ortaya çıkan mukataa türü Selçuklu iktala-nna doğru eyrildiği gibi, Osmanlıların tımar denen askeri dirlik tipini de doğurdu. 15. yüzyılda imparatorluğun Avrupa’daki kesimleri gevşek vasalhk ilişkilerinden dolaysız Osmanlı yönetimine geçirildikçe, tahrir denen toprak ve nüfus sayımları aracılığıyla gelirlerinin eksiksiz bir dökümü çıkarılır, bu temelde tımar dağıtımı yapılırdı. Tımar sistemi, taşradaki Osmanlı idari, askeri ve mali örgütlenmesinin belkemiğini oluşturuyordu. II. Mehmed’den sonra iyice yerleşen dağıtım usulleri, ölçü ve kuralları ile tımar sisteminin Batı Avrupa ortaçağ /teflerinden farkı, parçalanmasına, başkalarına devredilmesine, aile mülküne dönüştürülmesine izin verilmemesi, böylece küçük hizmet aristokrasisi olarak sipahilerin bir toprak aristokrasisi halinde yörelerinde kök salma eğilimlerinin törpülenmesiydi.

Bununla birlikte tımar sistemi başlangıçta çok daha gevşekti; Selçukluların da ilk dönemlerinde olduğu gibi, küçük ikta ya da tımarlardan çok, boy başkanlarına ve gazi komutanlarına blok halinde verilen büyük mukataalardan oluşuyordu. Bu geniş birimlerde beslenen atlıların disiplin açısından yetersizliğini ve yalnızca bunlarla büyük kentlerin kuşatılıp alınamayacağını ilk gören Orhan Bey oldu. Ayrıca devlet kurulduktan sonra, düşman ülkesinde olduğu kadar komutanlarının topraklarında da yağma ve çapulla yaşamayı yeğleyen böyle göçebelerden oluşan bir orduyla düzeni sağlamak ve korumak da zordu. Bu nedenlerle Orhan Bey paralı askerlerden ayrı, daimi bir ordu örgütlemeyi denedi; bu ordunun piyadelerine yaya, atlılarına müsellem dendi. Bu yeni kuvvetin bir bölümünü Osmanlı komutanlarının emirlerine uydukları sürece İslamı kabule zorlanmayan Balkanlı Hıristiyanlar, bir bölümünü de Türkmenler oluşturuyordu. Türkmenlerin sosyoekonomik gelişme düzeyi açısından, yaya ve müsellemlere katılmak, dönüşümlü olarak görev yapılan bir milis gücü içinde yer almak gibiydi. Yaya ve müsellemlerin sayılan arttıkça maaşlarının ödenmesi henüz gelişme halindeki Osmanlı hazinesi için aşın bir yük haline geldi ye bir süre sonra komutanlarına yeni fethedilen topraklardan tımar verilmeye başladı. 14. yüzyıldaki Osmanlı fetihlerinin çoğu bu yeni ordunun geliştirdiği savaş ve kuşatma teknikleriyle gerçekleştirildi. Ama yaya ve müsellemlere de Türk soylulannın kumanda etmesi ve devletin kendi kurucu aristokrasisi ile göbek bağını koparması başka bir yöntemi gerektiriyordu.

I.Murad ile I.Bayezid ancak 14. yüzyılın sonlarına doğru kapıkulu denen, doğrudan sultana bağlı kölelerden bir askeri kuvvet oluşturmayı denediler. I. Murad bu yeni gücü oluştururken savaş esirlerini de kapsayacak biçimde yorumladığı ganimetin beşte birini alma hakkına dayandı. Bu esirler Müslümanlaştınlıp Osmanlı olarak yetiştiriliyor, orduda olduğu kadar yönetimde de görevlendirilmek için gerekli bilgi ve deneyimi ediniyor, ama nerede olurlarsa olsunlar hep sultamn kişisel hizmetkân sayılıyorlardı. Yüzyılın bitiminde bu kuvvet, özellikle de yeniçeri denen piyade birlikleri Osmanlı ordusunun en önemli öğesi konumuna geldi. Süvarilerin çoğunluğu tımarlı sipahilerden oluşuyor, başıbozuk akıncılarla yaya ve müsellemler ise artık askeri ve siyasal önemlerini yitirip geri hizmetlere geçiriliyordu. Bu çerçevede I.Bayezid’in sorunu, gazi geleneğine aykın görülen bir tarzda darü’l-Islama saldırdığında, henüz yeni kapıkulu ordusu tam yerleşmemişken Türk soylulannın ve sipahilerin desteğini yitirmesinden kaynaklanıyordu.

I.Mehmed döneminde imparatorluk yeniden kurulduğunda, soylu Türk aileleri, sultanı kapıkullarını dağıtmaya zorladılar; gösterdikleri hukuksal gerçekçe, İslam gelenekleri uyarınca Müslümanlann köle konumunda tutulamayacağıydı. II.Murad’ın ilk saltanat yıllarında Rumeli ve Anadolu’da baş gösteren ayaklanmalar ise hiç değilse bir ölçüde, mevki ve ayrıcalıklarını yeniden Türk soylularına kaptırmakta olan Hıristiyan köle ve vasallar ile kapıkullannın hoşnutsuzluğundan kaynaklandı. II. Murad yerini sağlamlaştırır sağlamlaştırmaz dedesinin ve babasının sultanlığı bağımsız kılma çabalarını tazeledi; yeniçerilerin gücünü artırmaya ve soyluların karşısına devşirmeleri çıkarmaya koyuldu. Fethettiği toprakların bir bölümünü tımar biçiminde dağıtırken bir bölümünü de iltizama vererek hazineye yeniçerilerin ulufeleri için gerekli peşin parayı sağlamaya çalıştı.

Bey ve sultanlar günlük yönetim işlerinin üzerine çıktıkça kurumlaşıp önemi artan üst yönetim mevkileri soylularla devşirmeler arasındaki çatışmanın bir başka odağı oldu. Merkezî yönetim aygıtında işlevsel ayrımlar belirdikçe bunlardan her birinin başına bir vezir getirildi. İlk vezirlerin çoğu Osmanlıların hizmetine girmiş Türkmen beyleriydi, ama özellikle I.Bayezid döneminde aralarına Hıristiyanlar ve dönmeler de katıldı. Devlet politikası bu vezirlerin divan denen meclisinde konuşulup kararlaştırılır; sultanın yönetimi ve başkanlığında toplanan divana ( Divan-ı Hümayun) öbür önde gelen din, ordu ve yargı görevlileri de katılırdı. Devletin işlevleri genişleyip karmaşıklaştıkça her vezirin mali ve siyasal gücü arttı; Bizans’ın etkisiyle sultanların Kendilerini yalıtmaya yönelmesi, yönetimde vezirlerin ağırlık kazanmasına yol açtı. Zamanla, sultan günlük işlerden çekilişini vurgulamak istercesine vezirlerden birini sadrazam atamaya başladı. 1360′tan İstanbul’un fethine kadar bu güçlü makam hep soylu Türkmen ailelerinin baş temsilcisi konumuna gelen Çandarlılarda kaldı. II. Mehmed’in son yıllarında ise soylular yeniden sadrazamlıkta görülmeye başladı.

Bunun nedeni, kurucu aristokrasiyi tümüyle yok edip devleti toplumsal sınıflardan kesinlikle koparmanın olanaksızlığıydı. İstanbul’un alınışını belli başlı soylu ailelerinin gücünü kırma vesilesi yapmasına karşın II. Mehmed de, özünde soylularla devşirmeler arasında her ikisini de kullanmasını sağlayacak bir kuvvet dengesinin oluşmasını istiyordu. Bu amaçla kapıkulu kavramım devşirmelerin yanı sıra Türk soylularını da kapsayacak biçimde genişletti. Bundan böyle, ancak sultanın kullan olmayı kabul edenler Osmanlı yönetiminde ve ordusunda mevki sahibi olabileceklerdi. Müslüman kökenli olsun obuasın, efendilerine mutlak itaat, canlarını, mallarını, ailelerini sultanın emir ve hizmetine sunma koşuluyla herkes bu statüye erişebilirdi. Böylece bütün önemli yöneticiler, komutanlar, beylerbeyleri ve sancakbeyleri, tımarlılar, mültezimler, yeniçeriler ye sipahiler kapıkulu ocaklarının üyeleri haline getirilip sultanın iradesine bağlı kılındılar. Ama bu hizmet sınıfı içinde ulufeli yeniçeri ortalan devşirmelerin, tımar sistemi ve sipahiler ise Türk soylularının özel kuvvet kaynağı olmayı sürdürdü.

II. Mehmed bu yolla, devletin bir bütün olarak yönetici ailenin mülkü gibi görüldüğü ve dolayısıyla hanedan üyeleri arasında paylaşılıp parçalanmasının önlenemediği Osmanlı öncesi Ortadoğu imparatorluklarının yazgısından kaçınmayı da başardı. Göçebe kabile düzeninden gelişen bütün siyasal organizmalar gibi Osmanlılarda da, örneğin Batı Avrupa feodalizminin primogemtura (en büyük oğulun başa geçmesi) kuralına benzer bir saltanat veraseti usulü yoktu. II. Mehmed de bu tür bir kural getirmedi, ama devletin paylaşılamazlığı ilkesini egemen, yönetici sınıfın bütün üyelerini de sultanın iradesine bağımlı kıldı. Şehzadelerden hangisi başa geçerse “nizam-ı âlem” uğruna bütün erkek kardeşlerini öldürtmesinin meşru olduğunu ünlü kanunnamelerine yazdı ve böylece bir bakıma, şehzadelerden hangisinin sultan olacağının belirlenmesi anında bütün kesimleriyle Osmanlı egemen sınıfını yeniden söz sahibi yaptı.

Osmanlı gücünün doruğu
Osmanlı İmparatorluğu, 13. yüzyıl sonlarından 20. yüzyılın ilk çeyreğine değin varlığını sürdüren Türk devleti. Anadolu’da kurulmuş, sınırları tarihi boyunca çok değişmekle birlikte en geniş döneminde bugünkü Arnavutluk, Yunanistan, Bulgaristan, Yugoslavya, Romanya ye Akdeniz’in doğusundaki adaları, Macaristan ve Rusya’nın bazı kesimlerini, Kafkasya, Irak, Suriye, Filistin ve Mısır’ı, Cezayir’e kadar tüm Kuzey Afrika’yı ve Arabistan’ın bir bölümünü kapsamıştır.
Hanedana da adını veren Osman Bey devletin kurucusu olarak kabul edilir. Osmanlı Devleti bir askeri dirlikler sistemi aracılığıyla küçük köylü tarımından artı ürün aktarımının çok düzenli bir örneğini verdiği gibi, bu tür toprak dağıtımlarında zamanla açığa çıkan ademimerkezileşme eğilimini frenleyerek İslam ve Türk-İslam devletlerinin en güçlüsü, en uzun sürelisi olmuştur. Çin ve İran ile birlikte, 19. yüzyılda siyasal bağımsızlığını yitirmeden günümüzün eşiğine dayanan üç büyük kapitalizm öncesi toplum arasında yer almış, modern Türkiye’nin öncelini oluşturmuştur.
Share on Google Plus

About Life

This is a short description in the author block about the author. You edit it by entering text in the "Biographical Info" field in the user admin panel.
    Blogger Comment
    Facebook Comment

0 yorum:

Yorum Gönder